5 Ekim 2010 Salı

Ayrılıkk

aşşşşk... bu değillll... yapma güzeeeelll...


aşşk bu değilse ya ne? Sahiden de anlamsız olması gerekmiyor mu? Fonksyionel değil, materyalist de değil. Tamamen ruhanmi bir olgu.. Ben istedim ayrılmayı peki neden üzülüyorum? Sevmiyor muyum? Sadece etkilendim mi bazı şeylerden?


Belli bir zamandan sonra hep etkilenmek üzerine yaşamıyor muyuz ilişkilerimizi? Güzelliğinden, yakışıoklılığından, tarzından, zenginliğinden.. İçindeki o güzelliği görmek kimin umrunda? O saflığı, sana bağlılığı? Peki bulmuşken neden kaybediyorsun materyalist amaçlar uğruna? Hayatta başka şeyleri tamamen bırakıp da onun peşinde gidebilir misin? Aşkın için yaşayabilir misin? Tek bildiğin evet demek ama gerçekten ne kadar cesursun? Bunu biliyor musun? Onu peki neden öldürdün? Zorunda kalmak sadece acizliktir, peki aciz olduğunu mu düşünüyorsun? Tabi ki hayır sadece karşıyı suçlamak için gücün.. Eğer bir şeyi hakediyorsan, bir dostunun da dediği gibi her şeyi göze alırdın. Baı şeyleri göze alamıyorsan aşka inanmıyorsun demektir diyebilir miyiz? peki böyle bir aşka inanmıyorsan, sonuçta başka bir aşka inanman içn bir nedenin var mı? Eğer inanıyorsan da bu ancak canının rejimdeyken çikolata çekmesi gibi bir durum olmaz mı? Yanlışı biliyorsundur ancak yine de yapmak istersin, budur korsan olan duygu... Bu olmalı mı? Soru bu, eğer mantık kurallarına uyacaksan senin birtanecik, güzel gülüşlü sevgilin tek olmalı.. Yada hiç olmamalı ve bu çıkarımdan da dolayı ya o olacak yada kimse.. Büyük konuşmak değil.. Ancak seni öylesine mutlu eden biri senin materyalist dünyaya artık verdiğin önemi gösterir. Nu eğer önemli değilse, ne süresiyle alakalı ne de niceliğiyle.. Evet daha iyi bir sevgili bulabilirim buna inanıyorum.. Aşık olmak terimini de daha fazlasıyla yaşayabilirim.. Tek sorulacak soru şu: Gerçekten 5 yıl sonra nerede olacağım?

Hiç bir şey mantık kurallarıyla işlemiyor.. Ya duygusal olarak kapatacağım kendim,.. Yada her şey geçecek ve kendimi her şey normal giderken bulacağım.. Bu aşk için acı çekmek isteyecğim ama beceremeyeceğim, sonra ben bile şaşıracağım ne kadar hızlı sildiğimi...


Ama tek bildiğim bir şey varsa, inandığım, Allah'ın varlığı kadar inandığım bir şey... Seni seviyorum..

23 Mayıs 2010 Pazar

Emotional Distress as Feedback System for Cognitive Development

We, as human beings, we all are self governed servomechanisms which has a preliminary goal to achieve. To survive and to breed. All the civilizations, the agreements and the order between people is to maximize our possibility to survive, and finally to breed. If we shelter under a bigger force and obey what it orders, we personally know that we would have better chance to survive from predators. Moreover it is wise not to consume a lot of energy for finding food and only focus on survival, by collective approach, saving more energy for breeding makes us successful on our primary duty.
All the software and hardware which are designed to work in set-it and forget-it approach needs some feedback mechanisms for survival. These feedback mechanisms are usually watchdogs and sensors that will control some internal or external parameters and feeds the data to central processors. Central processors processes these kind of data and determines the survival strategy. So for survival, there are two important parts; the feedback system and central processing unit. In the parametric equation, it can be thought that the better feedback system feeds the environment and internal states the higher the possibility of survival, which is also true for processing unit, better it analyzes, higher the chances.
So for a mechanism which have the ability copy itself, having some feedback mechanisms and uses its breeding ability in the direction of the feedbacks. Here we have to think that humanity is the primary machine rather than the individual humans. At the end of the day, all the effort is for creating the ultimate human. Maybe which will not need to breed anymore, or every breed is the exact copy of itself, indestructible and maybe immortal. For developing such machine from a lower model need a lot of effort on evaluating the environmental needs and internal inconsistencies. Which means a better feedback system which is built better than ever. Which our emotions can be this perfect feedback system.
A robot or electronic device, can store a data corresponding to a bad event. However, if there are not very well structured, syntactic clue that points to that storage area, it would not calculate the odds of survival when entering a new environment. These syntactic clues can be placement data, some kind of color, smell etc. However we as human, if we had any bad emotion about something, we sense it at the second encounter. Our emotions give us the perfect feedback to beware of the terrible situation.
Is it really like that? I will search for this question and gather more data on emotion and its feedback role on our goal to survival...

6 Mart 2010 Cumartesi

(bilinmezlik)

Bilinmezlik.. İnsanın içine sürekli çöken o tanıdık duygu.. Bilmediğimiz bir duyguya ne kadar da yakın hissedebiliyoruz kendimizi.. Birşeyi bilmediğimizde, tek bildiğimiz bilmediğimiz oluyor. Yani aslında bilmememiz gereken tek şeyi biliyor oluyoruz. Çok mu karıştı? Belki de yanlış, ne bileyim ben.. Bilmemezlikten söz etmiyor muyduk? Etmolojik, ontolojik, epistemolojik açılardan incelemeye gerek var mı? Tek bildiğim hiç bir şey bilmediğimdir bile kendi içerisinde çelişen bir cümle değil midir özünde? Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu gibi.. Hayatı çok bildiğimiz için mi yaşıyoruz, yoksa bilinmezlik faktörü mü hayatı yaşanır kılıyor? Çok bilenin aslında yanlış bildiğini düşünelim mi? Yada herşeyin açıklaması varmış gibi? Bazen iç güdülerimiz yardımcı olur, herşeyi dilimiz açıklayamaz.. Peki iç güdümüz nedir? Eğitimli midir, yoksa bilinçaltımızın bir yansıması mıdır? Sonuçta bilinçaltımıza doğrudan erişimimiz yok, bazılarına göre ise bilinçaltımız, bilinçüstümüze göre çok daha yetenekli. (Timothy D. Wilson, Stranger to Ourselves) Hatta bazen yaptığımız bazı hareketleri açıklamakta zorlanırız. Açıklamaya çalışırken herşeyi mahvederiz. Hesapsız yaşamak sanırım bu noktada insana iyi gelen birşey, hiç kimseye hiç bir yere bağlı olmadan. Bu demek değil ki, eğer gönüllü olarak bir ortam seçtiysen o ortamın kurallarına uymayacaksın. Tabi ki uyacaksın, ama hayatından o ortamı seçişindeki karardan tut, ne yediğine ne içtiğine, kiminle birlikte olduğuna kadar ki tüm kararlar da hesapsız olmak. Yoksa bir düzenin parçası haline gelmek istiyorsan, o düzenin kurallarına uymamak, bu hesapsız yaşamaya örnek değildir. Yada hesapsız yaşarsın sonuçlarını bilirsin, ve o ortam seni dışladığında kimseye "neden ben?" sorusunu soramamak.. Hesapsız yaşamanın sorumluluğu ve bedeli ağırdır. Herkes taşıyamaz..

Yazının sonuna doğru geldiğimizde baştaki konu ile çok büyük sapma olduğunu görüyorum. Sadece rahatlamak için yazdım bu cumartesi sabahı yazımı.. Bazen ardı ardına cümleler kurmak, içimden sürekli geçen kendi kendime tartıştığım konuları yazıya dökmek iyi geliyor. Terapi gibi, ve günlüklerde bunun için değil mi? Umarım günümün kalanı iyi geçer, her ne kadar da kendimi iyi hissetmesem de..

İyi haftasonları..

8 Şubat 2009 Pazar

Kutuplar..

Evde bir gün dünyayı yaratmak istedim. Düşündüm nasıl yapabilirim diye. Kendi gerçekliğimde bazı nedenlerim vardı yaratırken, asla içindekilerin anlayamayacağı nedenlerdi bunlar. Neden yarattığım dünyayı kuzey kutbu yukarıda güney kutbu aşağıda olarak yarattım? Peki ben bu dünyayı yaratırken ayakta mı duruyordum, yoksa hep sevdiğim ayaklarımdan aşağı sarkarken mi yarattım? Benim için bir önemi var mıydı? Peki içinde yaşayanlar bunu düşünecekler miydi? Gerçekten nasıl bir düzlemdeydi onların dünyası? Belki de yatık duruyordu? Keza bir dün okula giderken dünyayı aldım cebime koydum. Cebimde olabildiğine yer değiştirmiştir kutupları. Ama içindekiler için hala kuzey ve güneyin ne taraf olduğunu biliyor olmak yetiyorsa bundan bana ne ki?

3 Şubat 2009 Salı

Doğruluk Üzerine

Doğru olmak, doğru kararı almak.. Geç tanıştığım ama sonradan favori yazarlarımdan biri haline gelen Malcolm Gladwell'ın "Blink" adlı kitabında güzel noktalar var. Anladığım kadarıyla bilinç altının ne kadar güçlü olduğundan bahsetmiş. Kararlarımızda da etkili olanın bilinöli düşünmekten ziyade bilinö altımızın olduğu üzerine bir kitap olmuş. Nefis örneklerle süslemiş bu savını da. Ki aslında çevremize yaşamımıza bakarsak da bu örnekleri görebiliriz. Hatta bir ara ileri gidip, bilinöli düşünmenin bizi yanıltabileceğinden bahsetmiş. Bu savı hem destekleyecek hem de çürütecek bazı örnekler verebiliriz.

Öncelikle çürütmek isteyen birinin ilk yapacağı şey alaycı bir gülümsemedir. Bu yeterli olacaktır. Saçmalık diye sözüne başlaması muhtemeldir. "O zaman düşünmeden yaşayalım! İçimizden nasıl geliyorsa öyle hareket edelim. Egomuza yenik düşelim sürekli alkollü gibi davranalım." Bu sözler de kitapta bahsedileni anlamadan söyleyenebilecek, hatta toplum tarafından bilgili zikredilecek insanlardan beklediğim sözler.

Bir savı insan desteklemek istiyorsa destekler, çürütmek istiyorsa çürütür. Hele yeterince araştırma yapılamamış alanlarda. Yada gerçeklik nedir? Matematiksel işlemler üzerinden yürütüyoruz herşeyimizi ancak matematik gerçek mi? Bu doğru mu?

Bu bazen de tuhaf bir inşaata benziyor. Öncelikle bir çimento geliyor elimize. Bunu temelde kullanıyoruz ve diyoruz ki, bu çimento hakiki çimentoysa bu temele hiçbir şey olmaz. Sonra birinci katı temele uydurup yapıyoruz. Temel sağlam diyoruz birinci kata hiçbirşey olmaz. İkinci kat üçüncü kat derken bir bakmışız koca bir bina olmuş. Doğru, kendi içerisinde uyumlu ama hala kullanılan çimentoyu bilmiyoruz ki.. Aslında temelle de en üst kat arasında doğrudan bir bağlantı bulunabilse belki gerçekliğini ispatlamış oluruz. Problemin çözümünü koca bir bina olarak ele alırsak ve en yüksek katını da çözüm kümesinde bir eleman olarak alırsak, bu binanın tamamen sağlam olması için temel çözümle en kompleksine de ulaiabilmemiz lazım. Belki de en kompleksinin de temel çözümü oluşturması lazım. Şimdilik bu kadar yeter..

Kurduğumuz bina da deprem olana kadar yaşayabiliriz, belki de binanın çöktüğü gün, kıyamet günü olarak tanımlanan gündür. Tüm formüller tersine döner, inandığımız herşey başımıza yıkılır?

Hayata Anahtar Deliğinden Bakmak

Bir odanın içini merak ederiz. kapı kilitlidir. Şöyle bir anahtar deliğinden bakarız ya...

Hayatta da görmeden inanmayız, gözümüz görsün isteriz. Daha da tehlikelisi gözümün gördüğünün ancak doğru belleriz. O kadar da incedir ki o çizgi. Onlara inanmayacaksak neye inanacağız? Belki de onlar bir aldatmaca olarak verildiler? Hakikatlerin bu kadar açık ortada duracağını nasıl iddia edebilirz?

Anahtar deliğinden baktığımızda gördüklerimizden çok göremediklerimiz önemlidir. Hiç bir iş o kadar alani yapılmaz. Hayatta da, bir oda da herkes bilir nerelerden nelerin görülebileceğini. Boş bir oda da boş bir yatak görülebilir. Buna inanırız ve içimiz rahattır. Peki oda topu topu 4 metrekareden mi oluşmaktadır? Bazen aklıma takılan da budur. İnsan aslında bu kadar kolay kanabilir. O 4 metrekarenin kutsallığıdır belki inandığı. Beyninde başka bir anahtar deliğidir bu. Yaratıcılık. Yaratıcılıktan yoksunsan bir değil milyonlarca anahtar deliğinden bakarsın ancak. Yazık!

İstatisklerde bu yüzden düşündürür. Günümüz olayları da.. Ne doğrudur, bizim ne kadarını bilmemiz gerekiyor? Hepsini görürsek de çıldırırız bu doğru. Ancak gerçeği aradığını iddia edenler gerçeğin ne kadarını bulabiliyorlar? Bulduklarıyla yetinmek, belki de içini bir rahatlatma yöntemi. Yoksaymak, gece yarısı korkup yatağının altına saklanan bir kız çocuğu gibi..

Tarihte de o kadar çok kanıtı var ki. Aslında gerçek diye birşey olmadığını da çok tartışmış insanlar. Bakış açısı, empati, vs. vs. Gerçekliği yaratan, belki de o anki olayı nasıl almak istememiz. Aynı olayı iki kişi bu kadar farklı yorumlayabilirken hangisinin gerçek olduğunu varsayabiliriz? Ancak demokrasi gibi kokuşmaya yüz tutmuş bir yaklaşım gösterebiliriz. Hangi fikirden insan daha çoksa o fikir kabul görür. Belki de o fikirin doğruluğu da bu şekilde kanıtlanmış olur. Ama peki gerçekten düşünüyorum diyen bir insan bununla yetinmeli mi? Tabi ki toplumdaki herkesin gerçeği arayışı, bu arayışı zayıflatır. Bu toplumun düşünmekten ziyade, kaymağını yiyen insanlara da ihtiyacı var. Düşünenlere hem hizmet edip hem de mutlu olan insanlara.. İyi işletmeciler olmazsa, düşünen insanlar daha düzgün düşünemezler. Bu işletmeciler de çok düşünürse.. Akla ingilizce bir tekerleme geliyo, Türkçesi şöyle gibiydi: "bir kuş,bir ayağının ardından hangi ayağını atacağını düşünürse yürüyebilir mi?". Pek tabi ki herkesin düşünmesi gerektiğini savunmayacağım..

Bu sözlerimden şöyle bir sonuç çıkar o zaman: "bazıları düşünebilir bazıları ise düşünemez!" ve sanki bu hakkı ben tanıyormuşum gibi..

Belki ben de düşünce alemini bir anahtar deliğinden görüyorum.. Ama bildiğim birşey var, o da belki bu kadar düşünmek yerine o anahtar deliğinden görüp gerçekleri aramadan okuduklarıma inanıp rahat bir hayat sürmek istemem. Ama olmuyor.. Bu arayış ne kadar sürer? Bu bir kişilk özelliği galiba, belki de bir deformasyon.. Belki de psikolojide vardır böyle bir hastalık.. Bilmiyorum ama koca bir futbol maçını sadece kale arkasından seyretmek gibi geliyor ötesi..

İyi haftalar...

12 Ocak 2009 Pazartesi

Gun mu Dolduruyoruz?

Hayat nedir? Nasil bakiyoruz, nasil bakmaliyiz? Bakisimiza gore hayat daha da anlamlanabilir yada tamamen anlamsizlasir.

Nasil bakiyorsun hayata? Zaman doldurulan bir hapishane mi hayat? Bir gun gelecek ve hepimiz gocecegiz bunu biliyorum. Peki hep hapishanenin disina ciktigimizda mutlu olacagimizi dusunmeye mi mahkumuz? Belki de esaretimiz burada basliyor, kendi kendimizi esir ediyoruz, en guclu duvarlarin arasina bizi bizden baskasi koyamaz..

Peki hayat eglence yeri mi? Panayir yeri.. Bu dusunceye katilmak mumkun mu? Hayir degil. Cevremize baksak anlariz bunu.. Issizlik, para denen vahsi yaratik, cinayetler, tecavuzler.. Acikcasi bulunmak istedigim panayir yeri burasi degil. Tabi ki eglence olacak, tabi ki aci olacak, tabi ki mutluluk, mutsuzluk, huzun olacak.. Bunlar olmazsa ask nasil olurdu ki?

Ne ulke ne memleket kurtarilacak. Hepimizin sayili gunlerimizi sadece yasayarak; kendimize yasayarak gecirecegimizi ikna edenler bizi buna surukledi. Hep gelecek kaygisi bizi burdaki asil amacimizdan sasirtiyor. Aslinda biz insan irki olarak beraberce zorlu yasam sartlarina meydan okumamiz gerekirken, bolunduk. Belki 2090 yilinda ESKI insan irklari icin soyle mitolojiler yazacaklar: "... Ve insanlar cok guclendiler. Oyle ki artik dogadaki herseyi evcillestirdikten sonra Tanri'yi aradilar. Tanri onlardan gizlendi, hic kimsenin Onu gormemesini istedi. Biliyordu.. Onu bulsalardi O'nu bile evcillestirecekti bu insan irki. Sonunda onlarin uzerine bir salgin gonderdi. Dunyada kimsenin hayal edemeyecegi kadar tehlikeli ve insaf disi bir salgin. Bu salginin adi acgozluluktu. Bu acgozluluk salgini yavas yavas insanin icini kemiren, hirs ve vahset duygulari uyandiran bir hastalikti. Boylece insan irki baska bir felakete gerek kalmadan kendi kendini tuketti.."

Sonucta bu gezegende bulunmamiz, dunyaya gelmemiz hic birimizin secimi degildi. En azindan bireysel olarak biz bunu secmedik. Belki nasil bazen yasadigimiz ulkede dogdugumuz icin kendimizi talihsiz goruyorsak belki farkli bir evren yada gerceklikte de dogmus olabilirdik. O gerceklikte yasiyor olabilirdik. Insanlar olarak biz hep elde etmedigimizi isteme egiliminde oldugumuz icin, paralel evrenlerin ispati, bizi daha da fazla istemeye goturebilir. Ancak var olan da hayatimizi anlamlandiracak seyler dusunup bu sekilde yasamaliyiz. Gun doldurmak mi? Insan her turlu gun doldurabilir, ama iyi yada kotu hepimizin bir yetenegi var ve bunu kesfedip bu dogrultuda yasamdaki amacimizi bulmamiz; bizi, cevremizi hatta belki koca yasli dunyayi bile daha iyi bir hale getirebilir. Unutmayin, buyuk hareketler ufacik bir etkiyle baslar.

Herkese iyi gunler!..
Doruk ÖZDEMİR